2 Kasım 2017 Perşembe

RAHİM GÜNDÜZ, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı TPAO Araştırma Merkezi Grubu (İdare / Makam Şoförü - Protokol Şoförü) Emeklisi

RAHİM GÜNDÜZ
RAHİM GÜNDÜZ
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı
TPAO Araştırma Merkezi Grubu (İdare) Emeklisi
12 Aralık 1949 yılında Kars’ın Posof kazasında doğdum.
Ailem, 1956’da Sarıkamış’a göç etti. Sonuçta Sarıkamış’ın Bozat köyüne yerleştik.
1957 yılında ilkokula başladım. 
1963’de ilkokuldan başarıyla mezun oldum.
Orta Okula kayıt yaptırdım. Fakat bu ara, uzun süren bir hastalık geçirdiğim için, kayıt olduğum halde ortaokula devam edemedim.
1965 yılında Babam TPAO Batman Bölge Müdürlüğünde çalışmaya başladı.
Bir süre sonra ailemizi de Batman’a götürdü.
Aile Batman’da ailece dört yıl kaldık.
Bu dört yılın sonunda tekrar köye döndük. Ben Köyde bir yıl kaldıktan sonra 1970 yılında Vatani Görevini yapmak üzere Askere gittim. Askerliğim Kütahya’da başladı. İzmir’in Gaziemir ilçesinde gördüğüm iki aylık bir (Bina Elektrik Tesisatçılığı) kursundan sonra; Bursa ili, Yenişehir İlçesi “6. Ana Jet Üssü”nde askerlik görevimi başarıyla tamamlayıp terhis oldum.
Bu sırada Babam Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) Genel Müdürlüğü Arama Grubunda çalışmakta idi.
Ben de TPAO’ya girdim.
1972 yılında Adıyaman da bir yıl çalıştıktan sonra; Sinop Ayancık’ta Ozan Sungurlu ile birlikte saha da görev yaptım. Sezon sonu tekrar Adıyaman’a döndüm.
1974’de Lüleburgaz’a gönderildim. Burada yaklaşık Bir yıl çalıştıktan sonra, Ankara’ya döndüm ve Araştırma Merkezi Grup Başkanlığı’nda hizmetimi sürdürdüm.
1995 yılında “TPAO’nun çalıştığı süre içinde hiçbir kaza yapmamış ve hiçbir kaza veya hasara sebep olmamış tek Şoförü sıfatıyla” onur ve takdirle emekli oldum.
Şimdi Ankara’da, Öveçler de ikamet etmekteyim.
TPAO’ya minnettar ve müteşekkirim.
Bu vesileyle Rabbim, TPAO’nun toprağına bereket, ömrüne ömür katsın;
TPAO ilelebet yaşasın ve ülkemize hizmet etsin dilerim.
Ben bir TPAO’cuyum.
Bilinçli bir TPAO Sevdalısıyım. TPAO’nun her daim gelişmesini, büyümesini, eski güç, bütünlük ve kudretine erişmesini, tekrar kavuşmasını ve bu güne kadar TPAO tarafından kurulmuş PET-KİM, BOTAŞ, DİTAŞ, İGSAS, TPIC v.b. gibi bütün kurum ve kuruluşları yine bünyesinde toplasın isterim.  

30 Ekim 2017 Pazartesi

OĞUZ ERTÜRK, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı "TPAO" Genel Müdürlüğü Araştırma Merkezi Grup Başkanı "KISA BİR HAYAT HİKÂYESİ" (TPAO İle İlgili Özel ve Özgün Bir Kesit)

OĞUZ ERTÜRK
TPAO ARAŞTIRMA MERKEZİ GRUP BAŞKANLIĞI
GRUP BAŞKANI
OĞUZ ERTÜRK
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) da 01 Eylül 1977  -  17 Temmuz 2007 tarihleri arasında tamı tamına “29 yıl 10 ay 17” gün görev yaptım.
06 Mart 1998  -  20 Aralık 2002 tarihleri arası birinci; 
23 Eylül 2003  -  6 Ocak 2006 arası da ikinci kez “Araştırma Merkezi Grup (sonradan Daire ) Başkanlığı” dönemleridir.
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı Genel Müdürlüğü Araştırma Merkezinde toplam altı buçuk yıl Grup Başkanlığı yaptım.
Bu arada;
15 Ekim 2000 -  14 Temmuz 2001 arasında vekaleten 9 ay TPİC Başkanlığı; 21 Aralık 2002 - 22 Eylül 2003 arası 11.5 ay Arama Grubu Başkanlığı; 7 Ocak 2006 -  17 Temmuz 2007 tarihleri arasında da “TPAO Alternatif Enerjiler Dairesi”nin kurucu; ilk ve son Başkanı olma şeref ve bahtiyarlığına eriştim.
Sonuç olarak:
6 Mart 1998 - 17 Temmuz 2007 tarihleri arasında dört ayrı TPAO ünitesinde toplam 9 yıl 4 ay 10 gün Başkanlık yapmış bir kişi olarak; 17 Temmuz 2007’de 55 yaşında kendi isteğimle TPAO’dan emekli olarak izleyen 7.5 yıllık özel sektör çalışanı sıfatıyla ülkeme hizmete devam ettim.

26 Ekim 2017 Perşembe

ÖZER BALKAŞ (TPAO-Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı Genel Müdürlük-Arama Grubu) YAYINLADI "Dostmu? Düşmanmı? AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ (ABD) Yaz: Orhan KARAKOÇ, 26 Ekim 2017



Özer Balkaş
21 saatAnkara
Dost mu ? Düşman mı ?
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ (ABD)
Yıl 1786 idi.
İlk defa, ABD bandıralı bir gemi Osmanlı limanlarından birine yanaştı.
Adı “Grand Türk” idi…
İçine taşıdığı yolcular ise, Anadolu’ya ekilmek üzere gönderilen ilk nifak tohumları olan misyonerlerdi.
İlk önce İzmir ve çevresine yuvalandılar.
Türk devletinin geniş hoşgörüsünden (aslında gafletinden) yararlandılar!
Anadolu’da birçok misyoner okulu açtılar. Okullarına öğrenci olarak da daha çok Bulgarları, Ermenileri, Rumları, İngilizleri, Yahudileri ve Kürtleri aldılar!
Yeni kiliseler kurdular etrafında cemaatler oluşturdular, Matbaalar kurdular ve maalesef bu milletin aleyhinde binlerce kitap, dergi vb. basmak suretiyle kararlı bir şekilde faaliyetlerine devam ettiler!
1863 yılına gelindiğinde bu matbaalarda Ermenice, Rumca, Bulgarca, İbranice, Kürtçe ve Türkçe olmak üzere basılan kitap sayısı 160.000’i aşmaktaydı. 1900 yılına gelindiğinde ise sadece Anadolu’da (İstanbul dâhil) 400’ü aşkın okulda 17.500 civarında öğrenci okutmaktaydılar.
Daha doğrusu, nifak tohumlarını bu öğrencileri zehirlemek suretiyle ekmekteydiler!
Bir karşılaştırma yapabilmek açısından aynı dönemdeki Türk okullarının sayılarını da vermek gerekmektedir. 1913-1914 yıllarında sadece Anadolu değil, bütün İmparatorluk dâhilindeki Sultaniye ve İdadilerin sayısı 63 ve buralarda okutulan öğrenci sayısı ise sadece 6.800 civarında idi.
Osmanlı devleti, 1869’dan itibaren her türlü yabancı okulu yakından izlemeye başlayınca, gözdağı vermek için Osmanlı karasularına ABD savaş gemilerinin gönderilmesini dahi gündeme getirdiler!
Çünkü dönemin ABD Başkanı Theodore Roosevelt’e göre dünyada herkesten önce ezilmesi gereken bir Türk gücü vardı.
Zaten misyonerlere verilmiş olan talimatta da öz olarak başka bir şey denilmiyordu. Misyonerleri Anadolu’ya gönderen güç, onlara verdiği talimatta: “Bir fetih savaşına girmiş askerler olduğunuzu unutmayın. Ve her ne kadar mücadele manevi alanda, kafanın kafayla, kalbin kalple mücadelesi ise de ve sizin silahınız Tanrı’nın inayeti ile güçlendirilmiş manevi bir silahsa da Napolyon’un askeri girişimleri kadar araştırma, bilgi ve düşünmeye ihtiyaç gösterir. Bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar silahsız bir Haçlı Seferi’yle geri alınacaktır” denilmekte idi.
Yani, “Grand Türk”’ün yolcuları aslında; “Büyük Türk”ü “Küçük Türk” yapabilmek için gelmişlerdi…
Bulgaristan'ı kuranlar, başta Robert Koleji olmak üzere bu okullarda yetiştirildiler.
Sonunda bağımsız Bulgaristan kuruldu!
Sonra, sonra ne mi oldu?
Neler olmadı ki?
Bir yandan misyonerler aracılığı ile Anadolu’da nifak tohumları ekilmeye, Anadolu’da yaşayan halklar birbirinden soğutularak düşman edilmeye çalışılırken, bir yandan da Anadolu’da can vermek üzere olan Hıristiyanlığa can suyu verilerek Anadolu yeniden Hıristiyanlaştırılmaya çalışılıyordu!
Yeter mi? Tabi ki yetmez…
1948’den başlayarak, etkileri 1970’li yıllara kadar devam eden Marşal Yardımı kapsamında; o dönemde Anadolu’da her evde koyun, keçi veya sığır (süt hayvanı) bulunduğu halde, içine ne katıldığı bilinmeyen süt tozları bütün Türk çocuklarına (okullarda) dağıtılıp içirilerek geri zekâlı bir nesil oluşturulmaya çalışıldı!
Buna rağmen Menderes döneminde Kore'ye gittik ve onlar için savaştık. Kan döktük can verdik.
Hatta şarkılar bile besteledik. Yaşı 60’ın üzerinde olanlar bu şarkıyı çok iyi hatırlarlar:
“Amerika Amerika,
Türkler dünya durdukça,
Beraberdir seninle,
Hürriyet savaşında.
Bu bir dostluk şarkısıdır,
Kardeşliğin yankısıdır.
Kore'de olduk kan kardeşi,
Sönmez bu yangının ateşi…”
Ama kazın ayağı hiç de öyle değildi.
1960 yılına geldiğimizde ise yeni bir tezgâh daha sahneye konulmuştu.
O yıl ABD büyükelçiliğinde bir albay başkanlığında 18 kişiden oluşan bir Kürt İşleri Bürosu kuruldu ve bu büro aracılığı ile, özellikle doğu illerimizde ABD adına görev yapacak çok iyi Kürtçe konuşabilen ve bölge hakkında çok geniş bilgilerle donatılan yeni ajanlar yetiştirilmeye, hiç vakit kaybetmeden Anadolu’ya yollanmaya başlandı!
Bu ajanlara, şeytanın silah arkadaşı olan Fransa Paris’te Kürtçe öğretildi.
Ajanların çok büyük bir bölümü çok zeki, çok genç ve çok güzel kızlardan oluşuyordu. Bu güzel kızları, o yolu yolağı olmayan Kürt köylerinde gören Kürt ve Türk gençlerinin ise içleri gidiyordu. Ne kadar da güzellerdi…
O zamanlar, Türkiye’de devam eden bir savaş olmamasına rağmen, bölgede görevlendirilen bu ajanlara “Amerikan Barış Gönüllüleri” deniliyordu…
1969 yılı itibariyle 69 ilimizde toplam 232 barış gönüllüsü bulunmaktaydı.
Bu sözünü ettiğimiz “Barış Gönüllüleri (Peace Corps) projesi”, ABD tarafından 1961 yılında dönemin ABD Başkanı olan Jonn F.Kenedy tarafından, parlamento kararı ile başlatılan bir projeydi.
Proje kapsamında ülkemize gelen gönüllü (pardon ajan) sayısı resmi rakamlara göre 1201 idi, ancak gerçek sayının ne kadar olduğu hiçbir zaman tespit edilemedi!
Sonrası?
Doğu’daki PKK hareketinin başlangıcı bir 10 yıl sonraya rast gelir!
Yani bu barış gönüllülerinin icraatları bu topraklara saçılan kin tohumlarına mükemmel birer gübre olmuştu!
Bizler ise Amerikan barış gönüllülerinin saçtığı zehri unuttuk. Bu zehre karşı panzehir üretmeyi ve kullanmayı maalesef yeterince akıl edemedik.
Ne mi yaptık?
Sadece zehirlenmiş kardeşlerimize düşman olduk!
Bu Amerikan ajanlarının yıllar önce insanlarımız arasına yavaş yavaş ektikleri nifak tohumlarının zehirli meyvelerini son 20/30 yıldır sık sık yemek zorunda kaldık.
Bu zehirli meyveleri hala yemeye devam etmiyor muyuz?
Biz her şeye rağmen saf saf Amerika’yı dost ve müttefik olarak görmeye devam ederken, 1974 yılında gerçekleştirdiğimiz Kıbrıs Türk Barış Harekatı'na karşı çıkan, bu harekatı durdurmak için Akdeniz'e deniz filosu gönderen ve Harekattan sonra da uzun yıllar ülkemize silah, mühimmat ve askeri malzeme ambargosu uygulayan da bu dost Amerika idi!
Yine aynı yıllarda, ABD'nin Nihat Erim Hükümetine baskı yaparak Türkiye'de afyon ekimini yasaklattığını ve Ecevit'in iktidara gelmesiyle ABD'ye meydan okuyarak afyon ekiminin 1973 yılında yeniden başlatıldığını, Amerikan ambargosunun sebeplerinden birinin de bu afyon (haşhaş) ekimi krizi olduğunu unutmayalım.
Zaman ilerledi, 1992 yılına geldiğimizde başka bir Amerikan ihaneti ile karşı karşıya gelmiştik. 10 Aralık 1992'de ABD’ye ait Çekiç Güç helikopteri Cudi Dağı’ndaki PKK’lara silah, mühimmat ve malzeme attılar!
Yani ABD’nin PKK, PYD gibi Türk düşmanlarına yardım yapması hiç de yeni değildir.
Bu olayın Türk Jandarma ve İstihbarat Timleri tarafından fotoğraflanıp tespit edilmesi üzerine, Eşref Bitlis Paşa tarafından konu Genelkurmay Başkanlığı’na intikal ettirdi.
Bunun üzerine, 17 Aralık 1992’de Çekiç Güce bağlı ABD helikopterleri, Irak’ın Selahaddin Kenti’ne gitmekte olan Eşref Bitlis’in helikopterine ateş açtılar! Ama Paşa şimdilik kaydıyla kurtulmuştu.
Ve takvimler 01 Ekim 1992’yi gösterirken, ABD tarafından bir muhribimiz resmen (yanlışlıkla) vuruldu! Adı Muavenet idi.
Adını Çanakkale Savaşı’nda İngilizlerin Goliath Zırhlısı’nı batıran ünlü “Muavenet-i Milliye Muhribi”nden alan “Muavenet” adlı muhribimiz; dost ve stratejik ortak olarak bildiğimiz Amerika tarafından; Ege Denizi’nde gerçekleştirilen NATO Kararlılık Gösterisi-92 Tatbikatı sırasında, USS Saratoga (CV-60) uçak gemisinden üst üste ateşlenen füzeler tarafından, kaptan köşkü ve savaş harekât merkezinden vuruldu!
Bu elim olayda, yaşamlarının henüz baharında olan beş denizcimiz kalleşçe şehit edildi, 22 denizcimiz de yaralandı!
“Muavenet Muhribi 1 Ekim’de vuruldu, 4 Ekim’de ise Irak’ta Kürt Federe Devleti’nin ilan edildi!
Oysa Türkiye Irak’ta kurulacak bir Kürt devletini asla istemiyor ve hatta bunu savaş nedeni sayıyordu.
Diğer bir gelişme ise; Muavenet vurulduğunda Eşref Bitlis Paşa tarafından; Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı büyük bir harekât başlatılmıştı, ancak ABD bu harekâtın yapılmasını istemiyordu.
Artık bu Eşref Paşa Amerika için çok olmaya başlamıştı…
Nitekim üzeninden çok zaman geçmeyecek ve Eşref Bitlis Paşa; 1993 yılında uçağı düşürülerek (ABD parmağı olduğu düşünülen şaibeli bir uçak kazasında) şehit edilecekti!
1991 Yılındaki 1. Körfez Savaşı’nın ardından, 1996 yılında Saddam Hüseyin bölgedeki gücünü arttırınca, Kuzey Irak’ta barınamayacakları anlaşılan tam 7.500 CIA peşmergesi Kürt, ABD tarafından 1996 yazında bölgeden kaçırılmak zorunda kalındı.
Aynı yıl ABD tarafından Washington’da bir Kürt Enstitüsü kuruldu, başına da Mike Amitay adlı bir Yahudi getirildi…
İşte Irak’taki bugünkü sözde Kürt Devleti Projesi’nin taslak planları, daha önce Güneydoğu Anadolu’da defalarda inceleme gezisi süsü verilen istihbarat faaliyetlerinde yöneticilik görevi yapmış olan bu Yahudi ABD ajanı tarafından hazırlandı.
ABD’nin Kuzey Irak’tan kaçırdığı bu Kürtler ile Avrupa, Türkiye, Suriye ve İran gibi ülkelerden seçilen yetenekli Kürtler; bu Enstitü tarafından, ileride düşünülen işgal sonrası yapılacak operasyonlar için özel olarak yetiştirildiler!
Neler mi öğretildi?
Bir bölgenin demografik yapısı nasıl değiştirilir, nüfus ve tapu kayıtları nasıl sabote edilir, oylar nasıl değiştirilir ve Kerkük gibi kentlere göçmenler nasıl kaydırılır gibi “ince işler” öğretildi.
Aynı Enstitüde başka bir grup ise kurulacak Kürt Devletinin ihtiyaç duyacağı bürokrasiyi oluşturmak üzere yetiştirildi.
2002 yılına gelindiğinde ise 24 Temmuz – 15 Ağustos tarihleri arasında Kaliforniya’daki Nevada Çölü’nde, ABD tarihinin en büyük tatbikatı düzenlendi. Tatbikatın adı “Millennium Challenge-2002”, yani Türkçesi “Bin Yılın Meydan Okuması-2002” idi. Binlerce askerin katıldığı bu tatbikatta; ABD askerlerine, Türkiye'yi işgal eğitimi yaptırılıyordu.
Tatbikatın senaryosu ve başlangıç tarihi ise çok manidardı. Yani ABD, hedef tahtasına Türkiye’yi koyduğu tatbikatın başlangıç tarihi olarak, Lozan Anlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz’u seçiyor ve Türkiye’ye karşı bin yılın meydan okumasını yapıyordu!
Takvimler 20 Mart 2003’ü gösterirken “Özgürleştirme Operasyonu” adı altında ve naklen verilen dehşet dolu görüntülerle beklenen işgal hareketi başlatıldı!
ABD özel kuvvetleri ve ABD’de yetiştirilen Kürt gruplar 09 Nisan’da Kerkük’e, 10 Nisan’da da Musul’a girdiler ve buraları işgal ettiler.
Türk şehirlerine giren CIA Kürtleri 1. Körfez Savaşında olduğu gibi yine Tapu ve Nüfus Dairelerini yağmadılar!
Türk şehirlerindeki Tapu ve Nüfus kayıtlarının yok edilmesinin asıl sebebi ise, bölgedeki Türk kimliğini yok etmekti. Neden mi? Çünkü mevcut belgeler buraların Türklere ait olduğunu gösteriyordu. Öyleyse önce bunlar yok edilmeliydi.
Asıl amaç bölgede bir Kürt Devleti kurmaktı ve bu nedenle bölge Türksüz ve Arapsız hale getirilmeliydi! Öyle de yapıldı!
2’nci Körfez Savaşı ile Irak’ta gücünü ve etkinliğini arttıran ABD artık Irak’ta hiçbir Türk’ü istemiyordu.
Tarihler 04 Temmuz 2003’ü gösterirken ABD askerleri, Kuzey Irak’ta görev yapan Türk Özel Kuvvetlerine baskın yaptılar 11 askerimizi derdest ederek tutukladılar ve başlarına da ÇUVAL geçirdiler.
Bu çuval bütün Türk milletinin başına geçirilmiş bir çuval idi.
ABD tarafından bu baskında hırsızlık da yapılmıştır.
Türk Timi’nin karargâhı darmadağın edildi, odalardaki her şey kırıldı, döküldü, parçalandı. Türk bayrakları ve Atatürk tabloları yerlere atıldı. Karargâhtaki askeri uydu sistemi tahrip edildi, 30 tüfek, bilgisayar, harita, uydu fotoğrafları, çelik kasada bulunan 106.000 dolar para, telsizler, bir adet jeep, iki kamyonet ve bir otomobil çalındı.
Çok daha önemlisi, bu baskında çok önemli bir MİLLİ KRİPTO CİHAZI’mıza da el konuldu.
Daha sonraki yıllarda da Amerika’nın Türkiye aleyhindeki faaliyetleri ve Türk düşmanlarına yardımları hiç hız kesmeden devam etti.
2016 yılında ABD güdümündeki Irak’taki kukla hükümete gaz verilerek Musul’daki, Başika’daki askeri varlığımız tehdit edildi, tehlikeye sokuldu ve Irak’tan çıkmaya zorlandı.
Aslında geçmişe yönelik anlatılacak çok şey var ama isterseniz kısa keselim ve gelelim bu güne…
Ney yazık ki, Türk milletine zararlı Amerikan faaliyetleri azalmadığı gibi artarak devam etti ve halen de artarak devam etmektedir.
Artık gün; dün değil, bugün…
Gelen haberlere göre;
ABD tarafından, Suriye'nin Afrin bölgesinde bölücü örgüt PKK adına bir ‘TERÖR AKADEMİSİ' kuruldu!
Şu anda birçok ülkeden gelen kürtçü teröristler bu kampta Türk milletine karşı eğitilmektedir!
Türk istihbarat birimleri tarafından Başbakan Binali Yıldırım'a sunulan rapora göre; sadece 2016 yılında PKK'ya verilen silahlarla ‘modern bir ordu' kurulması mümkündür!
Son günlerde PKK/PYD'nin, önemli miktarda cephaneyi Münbiç-El Bab-Afrin hattına naklettiği bilgisi de gelen bilgiler arasındadır!
PKK'ya verilen silahlar arasında uçaksavarlar, roketatarlar, Dockalar, Kaleşnikof, Zagros, Dragunov ve G- 3 otomatik piyade tüfekleri de yer almaktadır!
Bu şu demektir: ABD tarafından PKK/PYD/YPG, şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde Türkiye’ye karşı güçlendirilmekte, eğitilmekte, donatılmakta ve silahlandırılmaktadır.
Burada verdiğimiz fotoğraf da zaten her şeyi açıkça ortaya koymaya yetmektedir. Afrin'de yeni çekilen bu fotoğraf, Türkçe Konuşan Ülkeler Uluslararası Gazeteciler Derneği (TKÜUGD) Suriye Medya Ofisi tarafından yayınlanmıştır.
Ne diyelim?
Böyle dost, böyle ortak... Düşman başına…
Aslında en güzelini, yıllar önce Aşık Mahzuni Şerif söylemiştir:
“Devleti devlete çatar,
İt gibi pusuda yatar,
Kan döktürür silah satar,
Su diye yutturur buzu,
Gafil düştük kuzu kuzu!
Bunca milletlere yazık,
Sömürülmüş bağrı ezik,
Seni sevenin fikri bozuk,
Ulkemizi parcalamaya calisan dIs guclere karsi, Türk milleti ve bu topraklarda yaşayan herkes din, dil, ırk, cinsiyet, milliyet, etnik köken farkı gozetmeksizin el ele, omuz omuza tek vücut olmalı, birlik, beraberlik icinde birbirimize kardesce, dostca, sevgi ve saygıyla davranarak bu cennet vatanımızı korumalıyız.
Sevgiyle, akılla, bilinçle ve mutlulukla kalın...


19 Ekim 2017 Perşembe

EKMEL UYGUR DİNÇÖZ "Facebook" DA YAYINLADI. "GÜNÜMÜZDE "Bütün Yöneticilere" ÖRNEK OLACAK BİR YAŞAM HİKÂYESİ: ANGELA MERKEL

Destekçileri ona, isminin kısaltılmış haliyle “Angie” diye sesleniyor. Seçim kampanyalarında Rolling Stones’un Angie’si çalınıyor.. Nüvit Alagök
Epeyce aramızın bozuk olduğu Angela Merkel Time dergisi tarafından yılın kişisi seçildi. Nedenini aşağıdaki öz geçmiş veriyor. İlginç bulacağınızı umarım.
Angela Dorathea (Kasner) Merkel.
Tam adı bu.1954 doğumlu.
*
Babası protestan papazı, annesi İngilizce öğretmeni… Hamburg’ta dünyaya geliyor, henüz dört aylıkken Berlin’e 50 kilometre uzaklıktaki Templin kasabasına taşınıyorlar. O tarihte duvar yok.
*
Sene 1961.
Rüzgâr dönüyor.
Duvar örülüyor.
Yedi yaşındaki Angela ve ailesi, Doğu’da mahsur kalıyor.
*
Matematik, fen ve lisan derslerindeki müthiş başarısı üzerine,
Goethe’nin Nietzsche’nin Wagner’in de mezun olduğu Leipzig
Üniversitesi’ne kabul ediliyor.Fizik diploması alıyor.
*
O zamanlar Sovyet gümbür gümbür, herkes ruh gibi takip ediliyor,
Papazın kızı da mecburen kızıl’laşıyor, komünist gençler derneğine yazılıyor. Doğu Berlin Üniversitesi’ne geçiyor,Quantum fiziğinde
doktor oluyor. Henüz 20’sindeyken siyasete bulaşıyor, 36 yaşındayken Lothar de Maiziére hükümetinin sözcüsü oluyor.
*
“Berlin Duvarı yıkılmasaydı, benim hikâyem de sıradan bir Doğu Alman hikâyesi olarak kalırdı” diyor… Ama duvar yıkılıyor.
*
Duvar yıkılır yıkılmaz tası tarağı topluyor, Berlin’in öbür yakasına atlıyor. Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi’ne üye oluyor. “Kara dev” lakaplı Helmut Kohl’den ağabeylik görüyor. Sonrası malum… Erkek egemen partide, erkeklerin en üstüne çıkıyor,Almanya’nın en genç başbakanı, ilk kadın başbakanı oluyor.
*
Şimdi gelelim…
“Kadın” Angela’ya.
*
23 yaşında Doğu Berlin Üniversitesi’ndeyken hoca-asistan aşkıyla,fizik profesörü Ulrich Merkel’le evleniyor. Angela Kasner, Angela Merkel oluyor. Çocukları olmuyor. Duvar yıkılmadan, yuva yıkılıyor. 28 yaşındayken boşanıyor.
*
“Doğu’da olmadı, bi de Batı’da deneyeyim” diyor, Batı’ya geçtikten sonra, 44 yaşındayken, gene profesör ama bu defa kimya profesörü Joachim Sauer’le evleniyor. Fizik profesörü kocadan kimya profesörü kocaya geçiyor, biyoloji gene denk gelmiyor, gene çocukları olmuyor.
*
Albert Einstein’ın da ders verdiği Humboldt Üniversitesi’nde ders veren Joachim Sauer, moleküler kimyada Almanya’nın en önemli 10 bilim adamı arasında yer alıyor. Angela gibi o da Doğu Almanya doğumlu… Angela gibi ikinci evliliğini yaptı. İlk evliliğinden iki oğlu var. Eşim başbakan oldu, malı götüreyim, oğullarıma gemicikler alayım, cızbızcı açayım demiyor. Basından, protokolden uzak duruyor. Gayet mütevazı
yaşıyor. Sadece tatilde birlikte görülüyorlar. Eşinin parlamentodaki yemin törenlerine bile katılmıyor, laboratuvarındaki televizyondan seyrediyor. Stern dergisi Joachim Sauer için “operadaki hayalet” sıfatını kullanıyor. Angela ise, eşi için kısaca “o çok büyük bir adam” diyor.
*
Angela 28 sene evvel boşanmasına rağmen, hâlâ ilk eşinin soy adını kullanıyor. “Eski eşini, gençlik aşkını unutamadı” gibi dedikodular var; Günahı boynuna… “Merkel soyadıyla tanındığım için değiştirmedim” diyor.* Battal giyiniyor, genellikle üniforma gibi hep aynı kıyafetleri tercih ediyor. Altında pantolon, üstünde ceketimsi bi şey, sadece renkleri değişiyor. Langur lungur yürüyor. Yüksek topuk giymiyor. Mizahçılar hep bu tarafına vuruyor, “Alman köylüsü” muamelesi görüyor. Bi defasında Karl Lagerfeld’e sordular, nasıl buluyorsunuz diye… “Berbat” dedi. Başkasına sormadılar.
*
Bazen, kaş yapayım derken göz çıkarıyor. Başbakan olduğunda baloya davet edildi, göğsü açık şifon bi gece elbisesi giydi, memeler kadraja sığmadı..
İtalya’da herkesin içinde havluya sarınarak mayosunu
değiştirmeye kalktı, The Sun gazetesine yakalandı, açıkta kalan poposunun fotoğrafını yayınladılar, memeler zarif kaldı.
*
Umurunda bile değil, kilolu vücuduyla barışık… Diyet yapmıyor. Spor yapmıyor. “çekici olmasaydım evde kalırdım, halbuki ben iki defa evlendim” diyor.
*
Magazin basını en çok saçına takıyor, kısa kahküllü oğlan çocuğu modeli yerden yere vuruluyor. Eskiden ya kendisi kesiyor, ya da sıradan kuaförlerle idare ediyordu.
Başbakan olunca, Berlin’de eşcinsel bi kuaför var, pek meşhur, ona götürdüler, nafile kardeşim, saç hâlâ aynı saç.
*
İngilizce, Rusça biliyor.
*
Makine gibi, sabah 6’dan gece 24’e kadar çalışıyor. Enine boyuna tartmadan harekete geçmeyen,serinkanlı bir bilim insanı o… Daima sakin kalmayı başarıyor. Ama konuşmaya başladığında etrafını büyülüyor, yere bakan yürek yakan cinsinden… Müthiş bir analitik zekâsı var,ayrıntıları asla kaçırmıyor.
*
Destekçileri ona, isminin kısaltılmış haliyle “Angie” diye sesleniyor.
Seçim kampanyalarında Rolling Stones’un Angie’si çalınıyor.
*
> Dans etmeyi sevmiyor. Klasik müzik seviyor. Her sonbaharda Bayreuth’ta düzenlenenWagner Festivali’ni kaçırmıyor.
*
Lüks sevmiyor. Şehir hayatından hoşlanmıyor, çayır çimende mutlu oluyor. Başbakan seçilmeden önce, özel hayatında modası geçmiş Opel’e biniyordu, Berlin çeperinde mütevazı bir evde oturuyordu. Şimdilerle
vakit bulamıyor, ama bahçesinde çiçeklerini çapalarken dinlendiğini söylüyor. Bizimkiler gibi bahçıvan çalıştırmıyor.
*
Hobisi, eşine yemek yapmak… Alman klasiği patates çorbası’yla parmakları yedirttiği söyleniyor.
*
Dışarıda yemeğe çıkmak için en beğendiği adres, Berlin’deki Yunan restoranı Cassambalis… üstelik “başbakan bizim müşterimiz” diye hesaplara geçirme yapmıyorlar, fiyatları gayet makul… Zaten,lezzetiyle değil de kazıkçılığıyla sükse yapmaya çalışan ukala dümbeleği bir yer olsa, Merkel’in oraya gitmesi mümkün değil.
*
Yengeç burcu… Tipik özelliklerini taşıyor. Cesaretle endişenin,
çılgınlıkla huzurun, ilelebet fedakârlıkla tık diye vazgeçmenin
kesiştiği nokta… Sezgileri çok güçlü.
*
Gerçekleştiremediği hayali var mı? Var. Trans-Sibirya demiryoluyla
Moskova’dan Vladivostok’a, karlar altında tren seyahati yapmak
istiyor. “Çocukluğumdan beri düşlerim, bir gün mutlaka” diyor.
*
Her lider gibi, Angela’ya da belden aşağı vuruldu. KGB arşivlerinde yer alan tozlu hatıralar piyasaya servis edildi. Doğu Almanya’da üniversite öğrencisiyken, göl kenarındaki çıplaklar kampında çekilmiş anadan üryan fotoğrafları yayınlandı. O zamanlar da balık eti imiş,ama güzel kızmış doğrusu… Kariyerine olumsuz etkisi sıfır oldu. Alman halkı oralı bile olmadı.ÇünküAlman halkı, kimin soyunduğuyla ilgilenmiyor, halkı soyan var mı,ona dikkat ediyor.
*
Hırsızlık yapmıyor.
Başbakanlık maaşı dışında geliri yok.
*
Time dergisi tarafından “yılın kişisi” seçilen Angela, özetle bu.
*
Peki neden o seçildi?
Time dergisinin yayın yönetmeni Nancy Gibbs anlatıyor.
*
“Şahsi menfaate taviz vermediği için, zorbalığa taviz vermediği için, dünyada az bulunan ahlaki liderlik gösterdiği için” diyor.

LİNK: https://www.facebook.com/ekmel.dincoz/posts/10155630221645772

6 Ekim 2017 Cuma

BİR "TPAO" HAYAT HİKÂYESİ >> "Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO)'nın Başına Gelenler"

PETROL NEDİR? NASIL ARANIR? AYRICA; HALKIN MERAK ETTİĞİ SORULAN İLE: "TPAO'NUN BAŞINA GELENLER!...

Halit Edip ÖZCAN
Petrol Kelimesi Nereden  Gelmektedir?
Petrol sözcüğü, Yunanca ve Latince'de taş anlamına gelen petro ile yağ anlamına gelen oleumsözcüklerinden oluşmuştur; Petroleum.

Petrol Nasıl Oluşmuştur?

600 milyon ve daha öncesinde yaşayan genellikle tek hücreliler ve deniz kabuklularından oluşan canlıların  herhangi bir şekilde toprak altına sürüklenmesi  ve orada birikmesiyle oluşmuştur. Deniz tabanında  biriken bu ölü tek hücreliler ve deniz kabukluları üzerine, katman katman  kum, kil, çakıl, kaya vs birikmeleri olmuştur (sedimantasyon). Biriken  bu tek hücreli hayvanlar ve deniz kabukluları   aradan geçen 100-150 milyon yıl içinde zamanla üzerlerine binen basınç ve yerküre ısısı ile çürüyerek- bozularak büyük bir kısmı petrol, bir kısmı ise gaz haline  dönüşmüşlerdir.

Petrol yeraltında  göl-dere-nehir şeklinde mi  bulunur?
Kesinlikle hayır.  Bir sünger parçası düşünün. Bunu suya batırın. Sünger suyu gözeneklerinde tutacaktır. Sünger kaya, su ise petroldür, bunu böyle farzedin.

Komşularımızda petrol var. Ülkemiz petrol ülkeleri ile çevrili. Niye bizde petrol yok? Veya, Türkiye’de petrol var mı yok mu?
Her ne kadar arap ülkelerindeki bol petrol oluşumuna ve kapanlanmasına  neden olan  jeolojik yapılanma aynı büyüklükte ülkemizde olmamasına rağmen petrol oluşumuna uygun 26 adet havza vardır ( sedimanter havzalar).
Ülkemizde ‘petrol var mı, yok mu’ sorusuna cevap verebilmek için, bütün  bu havzaların çok yoğun bir şekilde didik-didik aranması gerekmektedir.  Bu havzalar enine boyuna, yoğun bir şekilde arandıktan sonra “ burada bu kadar petrol var veya yok” denilebilir.
Petrol arama çalışmaları,  şu ana kadar  Güneydoğu (ancak %20), Adana, Trakya (ancak %17) basenlerinde (havzalarında) yoğunlaşmıştır. Diğer geri kalan basenlerde (ancak %5) açılan çok az sayıdaki kuyu ve yapılan  arama çalışmaları, bu basenlerde “petrol var mı, yok mu?”  sorusuna henüz cevap verecek durumda değildir.
Bir havzada (basen) petrol var mı, yok mu sorusuna, o basende açılacak  yüzlerce kuyudan gelecek olan  verilerin değerlendirilmeleri sonucuna  göre  cevap  verilebilir.

Ülkemiz yeteri kadar aranmamış mıdır?
Hayır, ülkemiz yeteri kadar aranmamıştır. Aşagıda  verilecek olan mukayeseli bilgi sizlere bu konudaki yeterli bilgiyi vermiş olacaktır.
Romanya’nın yüzölçümü  237.500 km2 dir. Türkiye ondan 3.2 kat daha büyük olup 780.580 km2 dir. Romanya’da  bu güne kadar açılan kuyu sayısı 45.000  (kırkbeşbin)’ni  geçmiş 50.000 lere gelmiştir.  Türkiye’de  açılan kuyu sayısı ise , 2008 yılı sonu itibariyle,  sadece 3500 (üçbinbeşyüz) dür.    
ABD ‘de ise bir ayda  ortalama 1000-1100 adet kuyu açılmaktadır.
Özetle; ülkemizde  yeterli petrolün olup-olmadığı ancak  50 - 60.000 kuyu deldikten sonra söyleyebiliriz.  (Türkiye ‘de kara alanlarının sorunu yukarıda izah edildiği gibi zaten çok büyük ölçekte olmayan yapıların aşırı parçalanmış olması ve bir kısmının da ağır petrol içermesidir. Sorun bu çok parçalı küçük ölçekteki yapıların bulunmasıdır.)

Yabancılar, geliyorlar  petrolü buluyor ve daha sonra kuyuyu civa ve tapa ile kapatıp gidiyorlar. Bu doğru mu?
Yıllardır  halkın ağzında olan bu söylenti, asılsızdır.  Eğer delinen bir kuyuda petrol varlığı görülürse,  petrolün ne kadar olduğu, işletmeye değer bir miktarda olup olmadığını belirlemek için çalışamalar yapılır. Bu çalışmalar sonucunda bir karara ulaşılır.  Bilindiği üzere her ticari şirket olarak kâr-zarar ekseninde çalışır. Bile bile zarar eden bir şirket olabilir mi?  Petrol aramacılığı da bir ticari oluşumdur. Kim zarar etmek ister ki? Eğer bulunan petrol ticari değilse, astarı yüzünden pahalı ise, o kuyu işletmeye alınmaz.  Ancak; ülkemizin petrol sektöründeki “Amiral Gemisi”  ulusal kuruluş Türkiye Petrolleri A.O zamanla üretim miktarı düşen kuyuları az zararına da olsa- ben buradan 10 varil bile  petrol üretmez isem, bu 10 varil  petrolü dışarıdan almak zorunda kalacağım; üstelik yapılan masraflar, dışarıya gideceğine, emek-iş-enerji masrafları olarak ülkem dahilinde kalmış olur- mantığı ile davranarak, üretim kuyularından sonuna kadar faydalanmaya çalışır. Yerli özel ve yabancı petrol  şirketleri için bu geçerli değildir. Bu şirketler, gayet haklı olarak, kuyu ekonomik olmaktan çıktığı an üretimi keserler.
Bunun yanı sıra, iş sadece petrolü yerin 2000-3000 metre altında bulmak ile bitmez. Derinlerdeki o petrolün yüzeye çıkarılması, yüzey tesisleri ve petrolü nakletme sorunları gündeme gelir. Yüzey tesisleri, boru hatları ve ilgili diğer tesisleri kurmak için ayrı yatırımların yapılması gerekir, bu da o kadar ucuz değildir.
Terk edilen her kuyu, kanun gereği, ağzı çelik tapa ve çimento ile kapatılır. Sondaj yaptığınız yeri, bağı, bahçeyi, tarlayı  alındığı şekilde bırakmanız gerekmektedir. Aksi halde PİGM ve yasa önünde suçlu duruma düşer,  tarla sahibine çok yüklü bir tazminat öder, çevreci grupların da şimşeklerini üzerinize çekersiniz.
Kuyu çapı yaklaşık 60 cm (yüzeydeki ilk derinlik, daha sonra kuyu çapı daralır), derinliği ise ortalama 1800 metre ( 1.8 km) dir. Farz edelim ki kuyunun üstü kapatılmadı. O çukura bir hayvan, bir insan düşse  ne olur? Düşünmesi bile ürkütücü.

Civa ile kapatıyorlar.
60 cm çapında, 1800 metre derinliğindeki bir kuyuyu civa gibi pahalı bir element ile doldurup kapatmak hiç de akıl kârı bir iş değildir. Civaya verilecek para ile yeni bir kuyu daha açılır. Bu söylentinin de aslı-astarı yoktur.

Benim tarlamda petrol bulunursa...?
Yasalar  gereği toprağın 60 cm altı devlete aittir. Buna bağlı olarak , devlet  o  maden veya petrol ruhsatını kime vermiş ise, toprağın 60 cm den altı o şirkete aittir. Tarla-arsa sahibinin zararı olmayacak  şekilde, bilirkişinin belirleyeceği bir tazminat tutarı tarla-arsa sahibine ödenir.

Köydeki derede petrol var,  kayanın altından veya topraktan petrol sızıyor. Burada petrol var mı?
Yerin altından, bir şekilde kaçıp gelen ve yüzeye çıkan bu sızıntılar,  o bölgede veya havzada bir petrol uluşumunun varlığı ortaya koyar. Ancak yüzeydeki bu petrolün nerede oluştuğu (ana kaya) ve oluştuğu yerden nasıl ve nereye göç ettiğini (rezervuar kaya) araştırmak gerekir. Bu çalışmayı jeologlar yapar. Bazı yerbilimciler şöyle der; “ Eğer bir yerde bir gram petrol üremiş ise bunun daha fazlası , niçin üremiş olmasın?”


 
Petrol aramaları pahalı mıdır?
Sondaj öncesi yapılan jeoloji çalışmalarında, bir jeologtan oluşan jeoloji ekibinin 1 aylık maliyeti ülkemizde 15.000 (onbeşbin) ABD dolarıdır. Bir saha jeologu, 1 arama ruhsatı için  saha çalışmasını, yaklaşık 30-40 gün arasında   tamamlayabilir.  Saha çalışmasını tamamlayan jeolog daha sonra ofiste çalışmalarına devam eder.
Jeolog ve jeofizikçilerden oluşan yer bilimciler, bilgi ve tecrübelerini projenin  jeolojik ve jeofizik verileri üzerinde yoğunlaştırıp, ortak bir çalışma yaparak, sismik kesitler üzerinde bir çok senaryolar üretirler. Bu senaryoların içinde ihtimallerin en yüksek olduğu noktaya kuyu açılmasını önerirler. Bu öneriyi, yer bilimcilerden oluşan bir konseye en detayına kadar anlatırlar. Sorulan sorulara cevap vererek, tartışarak konseyi önerdikleri kuyunun delinmesini yönünde ikna etmeye çalışırlar
Petrol aramacılığının en önemli unsuru  olan sismik saha çalışmalarında, 2 boyutlu (2D) sismiğin bir kilometresi ülkemizde 6.000 ile 15.000 ABD doları arasındadır.  Özel durumlarda sınırlı bir sahayı daha iyi anlayabilmek ve yerin altını daha iyi görmek  için yapılan 3 boyutlu (3D) sismik çalışmanın 1 kilometresi ise 12.000-18.000 ABD doları arasındadır.

Sismik Ekip Kampı
Ülkemizin petrol sektörünü denetleyen Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (PİGM) 1  petrol arama ruhsatının  alanını en fazla  50.000 (elli bin) hektar olarak sınırlamıştır. 20 x 25 km2 boyutlarında olan 50.000 hektarlık bir ruhsatta, ilk önce kaba olarak (rejyonal) en az 100-150 km 2B sismik yapılır.  Daha sonra gelişen teknik istekler nedeniyle bu sismik çalışma hem 2B hem 3B olarak yüzlerce kilometreyi bulabilir.
Petrol aramacılığının en pahalı operasyonu olan sondajın ülkemizdeki maliyeti, teknik bir sorun  çıkmaz, her şey yolunda giderse, 1 metre için  yaklaşık 1.000 ABD dolarıdır. Ancak 3.500 metre sonrası için bu rakam metre başına 1.500-3.000 ABD dolarına kadar çıkabilir. Bir yandan 1.200 metrelik, bir yandan 5.000 metrelik kuyular delinirken, ülkemizdeki ortalama sondaj derinliği 2.000 metre olarak kabul edilebilir.
Kısaca; Türkiye’de  karada 2.000 metrelik bir kuyu delmek isteyenler  en az 2.5 milyon doları ceplerine koymak zorundadırlar. 
Denizlerde yapılan sondaj ise, deniz derinliğine bağlı olarak ayakları deniz tabanına değen jack-up  ile  10 milyon, yüzen sondaj gemisi ile deniz derinliğine bağlı olarak  30- 50, şu an dünya piyasasında ancak birkaç tane bulunan  2000 metre deniz derinliğine kadar  faal olabilen  son derece teknolojik gemiler ile  200  milyon dolara hatta daha da üstüne çıkabilir.
Daha önce aranmamış basenlerde açılan arama ( wildcat) kuyularında, dünya standartlarında kabul edilen başarı oranı onda birdir. Yani 10 arama kuyusundan
9’u kuru çıkar, 1’i petrollü çıkarsa ‘başarılı’ sayılırsınız. Ancak gelişen teknolojinin, özellikle yorum sistemlerindeki son gelişmelerin,  başarı oranını 7’de 1’e düşürdüğü söylenmektedir.
1986-1989 yılları arasında TPAO’nun başarı oranı 10’da 5 ila 7 arasında idi.
"Kimse mükemmel değildir."
Bu şaka çizim, sanki  ülkemizin petrol aramacılığının ne kadar zor olduğunu, ve   üretim yapılan Güney Doğu Anadolu'nun
yeraltı jeolojisini ve tektonik yapısını, anlatıyor gibi. Yine de TPAO, böylesine küçük parçalara ayrılmış, parçalanmış tektonik oluşumda  petrolü bulmada çok  başarılı olmuştur.

Durum böyle iken neden petrolü bulamıyoruz?
Ve Türkiye Petrolleri A.O’nun Başına Gelenler.
Eskiden günümüze, 1944-1950 arası hariç,  TC Hükümetlerinin petrol ve enerji politikası olmadığı, her yıl yapılan petrol kongrelerinde defalarca dile getirilmiştir.  Bütün ülkelerce çok ciddiye alınan dünyanın en stratejik maddesi olan ve uğruna sınırların değiştiği hidrokarbon varlığı( petrol ve doğal gaz) için gerekli olan enerji ve petrol politikasının, ülkemizde günlük olarak uygulandığı,  uzmanlarca belirtilmekte ve kongre gibi teknik toplantılarda sık sık vurgulanmaktadır. 
Geçerli olan Petrol Yasamız, 1954 yılında o zamanın şartlarına uygun olarak hazırlanmış, ufak  revizyonlara  uğrayarak günümüze kadar gelmiştir.
Ülkemizdeki  hidrokarbon aramalarında son yıllarda görülen zayıflığın bir nedeni de, ülkemizdeki  petrol sektörünün gerekli alt yapısını oluşturan, rafineri, boru hatları, petrokimya, gemi taşımacılığı gibi son derece önemli tesisleri, kendi iş gücü, parası, emeği ve projeleri ile hayata geçiren, son derece  stratejik bir kurum olan Türkiye Petrolleri A.O’na (TPAO) 1990 yılından itibaren, siyasetçilerin yönetim kadrolarına gözle görülür ve hissedilir şekilde müdahale etmeleri ve bunun sonucunda dikey entegrasyonun bozulmuş olmasıdır. Bilindiği üzere İpraş, Kırıkkale Rafinerisi, Aliağa Rafinerisi, Petkim, İpragaz ve Botaş, TPAO tarafından kurulmuştur. Bu tesislere bir bakıldığında, TPAO’nun geçmişte ne kadar başarılı işler yaptığı açıkça görülebilir.
Eğer bu ülkede petrol bulunacaksa , bunu en hızlı, en geniş ölçekte ancak TPAO yapabilir. Teknik bilgi, teknik kapasite, arşiv zenginliği, zengin yerbilimci kadrosu, zengin tecrübe,  eksiksiz yorumlama sistemleri, makine - teçhizatı ve geniş olanakları ile milli kuruluş bu sorunun üstesinden gelebilecek düzeydedir.

Ne oldu da böyle oldu?
Halit Edip Özcan’ın Kişisel Yorumu
TPAO’nun organik yapısı, bilinçli olarak, değiştirildi.
Büyük petrol şirketlerinin, özellikle milli petrol şirketlerinin değişmez bir yapıları vardır. Bu ortak yapı şöyledir; petrol aramacılığı pahalı ve riskli bir iş olduğundan,  rafineri, boru hatları, satış istasyonları, petrokimya vb gibi bir çok kâr getiren ve zarar etmesi imkansız olan alt işletmelerden gelen gelirin bir kısmı arama yatırımlarına aktarılır. Günün şartlarına uyan ve kendini yenileyen  rafineri, boru hatları ve satış istasyonları hiç bir zaman zarar etmez. Petrol fiyatları ne kadar yüksek olursa olsun, rafineriye, boru hattına ve pompaya giren petrol, işletme ve taşıma kârı üzerine eklenerek rafineriden, boru hattından, pompadan akar ve tüketiciye ulaşır.  Tüketici de bu mamulü hangi fiyatta olursa olsun almak zorundadır.
Ülkemizde pek tanınmayan ancak dünya çapında dev bir petrol şirketi olan Rusya milli petrol şirketi LUKoil, bu konuda alınacak en iyi örnektir. LUKoil, petrol sektörünün tüm alanlarında faaliyet gösterirken, aynı zamanda gemi taşımacılığı, gemi yapımcılığı, altın işletmeciliği, inşaat işleri vb. gibi işleri de yapar. Böylece, petrol aramacılığına ek mali  kaynak temin eder.
Komünist ve sosyalist olarak bilinen bir ülkenin milli petrol şirketi bu şekilde yönetilirken,  demokratik  bir cumhuriyet olan Türkiye’nin milli petrol şirketi olan TPAO’nun bu günkü durumu ise  LUKoil’e hiç benzememektedir.
TPAO’nun günlük hidrokarbon üretim miktarı TPAO’nun web sayfasından öğrenilebilir. Bu günlük üretimi o günkü petrol fiyatı ile çarpın, elinize geçen rakam, TPAO’nun hergün Hazine’ye kazandırdığı dolar miktarıdır. Buna karşın
bir kamu kuruluşu olduğundan, yıllık bütçesini  ETK Bakanlığına, DPT’ye, Hazine’ye sunar, yatırımlarını açıklar. Meyva-sebze ihracatına, tekstile, haklı olarak, bir sanayi  gibi gören devletin, nedense, dünyanın en önemli maddesi olan milli  petrolü bir sanayi olarak görmemesi ve ona yeteri kadar önem vermemesi, son ulusal petrol kongresinde ( mayıs 2009) gündeme gelmiştir.
ETK Bakanlığı’nda, DPT’de, Hazine’de ve TBMM’de petrol kökenli olup, petrolcülüğü anlayacak, petrolcüyü anlayacak  kimse yoktur. Onlar için TPAO bütçesi demek          “ mutlaka tenkisata uğratılması gereken” bir bütçe demektir. TPAO 1983 yılından itibaren hep bunun sıkıntısını çekmiştir. Ancak geçen son  3  yıl içinde  TPAO’nun istediği bütçeye kavuştuğu bilinmektedir. İstenen bütçenin alınması ile TPAO,  yakın bir gelecek içinde bunun meyvalarını ülkeye sunabilecek güçte ve kapasitedir.

3-TPAO’nun kolu-bacağı kesiliyor.
1979 yılında başlayan, TPAO’nun yeniden yapılandırılması (!) çalışmaları, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası askeri yönetim, daha sonra ise günün hükümeti  tarafından tekrar ele alınmıştır. Bir yabancı kuruluşa, akılda kaldığı kadarıyla 3 milyon dolar gibi bir para ödenerek “ Git , şu TPAO’nun yapısını bir incele, gereken çalışmayı yap, nasıl daha feasable(!!!!) olabilir, bize bildir, biz de ona göre hareket edelim.” denilmiş, böylece ‘ kuzu kurda teslim edilmiştir.’ Firma “ Gelir getiren rafineri, boru hatları, gemi taşımacılığı, gübre sanayi, petrokimya gibi gibi üniteleri yapıdan ayıralım, onları özelleştirerek, TPAO’yu daha feasable (!!!) hale getirelim.” diye rapor vermiştir.
Böylece kendi bilgi, tecrübe ve projeleri ile bu ülkeye 3 rafineri, 1 petrokimya tesisi kazandıran ve  Genel Müdürlük binasında sadece bir katın yarısını işgal eden  Rafineri Grup Başkanlığı, TPAO’dan sökülerek alınmış ve TÜPRAŞ kurulmuştur.
Böylece  az sayıdaki personelle çok başarılı işler yapmış TPAO Rafineri Grup Başkanlığı birden Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcıları, Yönetim Kurulu , Denetim Kurulu ve Grup Başkanlıkları halinde kadrosu çoğaltılarak feasable(!!!) hale getirilerek TÜPRAŞ adını almıştır.
Yine az sayıdaki kadrosu ile Batman-Dörtyol, Kırıkkale-Dörtyol ve Irak-Yumurtalık Boru Hattı’nı yapan ve Genel Müdürlük binasının yarım katını işgal eden Boru Hatları ve Petrol Taşıma Grup Başkanlığı  da TPAO’dan kopartılarak alınmış ve BOTAŞ adını almıştır. Botaş’ta da Tüpraş’daki gibi yapılanma olmuş Botaş da daha ‘feasable (!!!)’ hale sokulmuştur.
TPAO’yu daha ‘fesable !!!!’ hale getirmek isteyen askeri ve politik kişiler,  acaba şöyle düşünebilirler miydi? “ Bizler bu konunun yabancısıyız. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Bunu en iyi  şekilde öğrenmek için TPAO benzeri, dünyaca tanınmış, Esso, Amoco, Mobil, Shell, BP gibi  büyük petrol şirketlerinin organizasyon yapılanmasına bir bakalım aradaki farkı görelim  ve  ona göre davranalım.”
Böyle düşünüp bir araştırma yapsalar veya yaptırsalardı, arada bir fark olmadığını, onların da aynı TPAO gibi, gelir getiren rafineri, boru hatları, taşımacılık gibi unsurları aynı yapı içinde tuttuklarını görüyor olacaklardı. Belki de görmüşlerdir, kim bilir?
Böylece  TPAO’nun parçalanarak daha feasable hale konması  konusunda kararlı olanlar“Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışmışlar, ancak keşfedememiş-lerdir.”  Bindikleri geminin hazinesini kaybetmiş olarak ülkelerine  geri dönmüş, üstelik Dimyat’a pirinçe giderken eldeki bulgurdan da olmuşlardır.  TPAO’yu kolsuz, bacaksız ortada bırakarak “ hadi bakalım adım at, yürü, biz de bir görelim” demişlerdir. Bununla kalmamış, bütün bu olup bitene rağmen yürümeye ve adım atmaya başlayan TPAO’ya müdahale ederek, “ istediğin gibi yürüyemezsin, benim istediğim gibi yürüyeceksin” demişlerdir.
Eğer  bu ülkede petrol bulunma umudu varsa, bu umudu büyük-geniş  ölçekte arama çalışmaları yaparak,  gerçekleştirebilecek  tek  bir kurum varsa, o da TPAO  dır.   Teknik kapasitesi yüksek (bireysel olarak), bilgi ve tecrübesi ile dünya standartlarında olan, ekipman yönünden zengin ve en önemlisi “şirketim için, dolayısıyla ülkem için çalışıyorum”  düsturu ile gönülden çalışan insanların var olduğu TPAO’nun olabileceği gerçeğinin  görülmediği, ya da görmezlikten gelindiği ortadadır.
Bu sonuçtan TPAO’nun ve ülkenin  çok şeyler kaybettiği,  aradan geçen zaman içinde, petrolle ilgili  herkes için,  çok iyi bir şekilde anlaşılmıştır. Bu nedenle günümüz (2009) TPAO yönetimi tekrar eski yapılanmaya dönmek için projeler hazırlamaktadır. Ancak bu o kadar kolay olacak gibi gözükmemektedir. Bugün İpraş gibi bir rafineri kurmak isterseniz  15-18 milyar dolar, bir Petkim için 10-15 milyar dolar harcamanız gerekecektir.

3-TPAO-Politika ve Şirket Kültürü’nün Yok Edilmesi
Eskiden, TPAO’da  yeni bir yönetici atanırken,  ‘ ya bu olur, ya da şu olur’ denirdi. Ve tahminler hep tutardı. Çünkü askeriyede olduğu gibi, TPAO’da da üst ve alt yönetim kadroları, kıdem- tecrübe ve liyakat  esasına göre terfi ederlerdi. Herkes kıdem ve tecrübe esasında haddini gayet iyi bilirdi. Bilinirdi ki, 7 yıl geçmeden baş memur, 12 yıl geçmeden şef, 5 yıl geçmeden kıdemli yer bilimci, 15 yıl geçmeden proje yer bilimcisi olunmaz.
“En bozulmamış kurum askerdir.” derler.  Niye? Dış etkenlerden az  da olsa etkilense bile,  iç dinamikleri ve kadro sistemi söz konusu olduğunda hiç bir dış müdahaleyi kabul etmediği içindir. Şöyle farz edelim; bir yüzbaşıyı, hatır,gönül ile bir günde general yapalım. Apoletlerini omuzlarına takalım. Şimdi o yüzbaşı-general, bir gün önce emir aldığı alay komutanına bir gün sonra emir verir olursa, girdiği savaşı kazanabilir mi? Erk sahibi bir kaç kişinin ağzından çıkan bir kaç kelime  ile gelenek-görenek, edep ve adâp bir tarafa bırakılıp,  her şey oluyorsa, o zaman politikacıların liseye giden çocuklarına, üniversite diploması verelim. Üniversiteye gidip senelerce bilim-ilim okumanın ve tecrübe-liyakat sahibi olmanın ne gereği var?
“Siyasetin girmediği devlet kurumu yoktur.” derler. Bu anlamda siyaset , o zamanlar TPAO’ya girmiş ise de  bu zor  fark edilirdi. Öylesine hayret verici, ‘vay vay bak şu, şu olmuş, olacak şey değil’ diyecek değişikler görülmezdi, ta ki 1990 yılına kadar.

Teknik Bilgi ve Tecrübeli Teknik Elemanlar Erozyonu
Siyasetin TPAO yönetimine ve politikasına  tam anlamıyla karışması ile bütün bu liyakâta ve tecrübeye dayanan kültürel düzen alt üst oldu. Bir gün önce üstünden emir alan kişiler, ertesi gün aradaki yaş, kıdem ve tecrübe açısından kendisinden çok ötede olan amirlerine emir verir ve projeleri yönetir oldu. Kişilikleri tam yerleşmemiş yer bilimcilerin ve teknik adamların bir kısmı işi-gücü bırakarak, makam uğruna siyasetçi peşinde koşar oldular ve bu konuda  başarılı da oldular.
Yıllarını şirkete vermiş sevilen ve sayılan yönetici bir duayen büyüğümüz verdiği  emeklilik kararını “ Şirkette kasaplar terziliğe, oto tamircileri kuaförlüğe soyundu. Üç günlük bir adam, ablası bilmem kimin sekreteri diye bir gecede genel müdür muavini oldu. İlk yaptığı iş , sürekli işe geç geldiği için kendisinden savunma isteyen grup başkanı ile uğraşmak ve onu emekli etmek oldu. Mesleği  yer bilimci olan arkadaşlar, makam-mevki uğruna büyük kulisler yaparak, meslek değiştirdiler. Hiç anlamadıkları işlerin başına  planlamacı, makineci ve  ikmalci olarak geçtiler. Bundan böyle şirket zor adam olur. Siyaset, işte şimdi şirkete tam olarak girdi. Artık daha fazla rezil olmadan, çoluk-çocuğun eline kalmadan, onurumuz zedelenmeden  huzur içinde emekli olmak istiyorum.”şeklinde  açıklamıştı.
Bu onur kırıcı ve  ters duruma dayanamayan  bir çok yer bilimci ve petrolcü şirketten ayrılıp, dünyaca tanınmış şirketlerde iş bularak dünyaya dağıldılar.  Yurt dışında iş arayan  ye rbilimci ve petrolcüler için   ‘TPAO’dan geliyorum’ referansı  kabul görür.  Şu an Türkiye  enerji-petrol sektöründe faaliyet gösteren  özel şirketlerin bir ve iki numaralı yöneticilerinin hemen hemen tümü TPAO kökenlidir. “ Siyasetci eğer gücü yetiyorsa özel sektöre bir kişi soksun bakalım.” deyişini anımsayarak, Türk enerji sektöründe söz sahibi olan TPAO kökenlilerin bir benzerlerinin yetişmesinin uzun yıllar alacağının da burada belirtilmesi gerekmektedir. Bu kişiler, halen  bütün gönülleri ile TPAO’nun kurumsal kimliğine aşıktırlar. Zaten TPAO kurumsal kimliği onlara onur ve şeref vermektedir.
Sektörde ‘amiral gemisi’ olan TPAO, bir okul gibidir.  Teknik elemanlarını çok iyi yetiştirir. Yer bilimcilerinin sayısı 300’ e yakındır. Değiştirilen şirket kültürü, atamalardaki yandaşlık,  eğitim ve sosyal etkiler nedeniyle şirketi kuran büyüklerin sağlam bir şekilde tesis ettiği ‘şirket kültürü’, hızla erozyona uğramaktadır. Yer bilimciler  arasındaki ilişkiler eskisi gibi değildir. “ Her şeyi ben daha iyi bilirim” zihniyetine sahip, özellikle burslu olarak yurt dışında okuyarak geri gelen yeni  neslin tutumları da bir sorun olarak gözükmektedir. Büyük-küçük, kıdemli-kıdemsiz, tembel-çalışkan, ceza-takdir  değerlendirmesinin ortada olmadığı gözlemlenmektedir. Çalışan ve çalışmayan aynı ücreti almaktadır.
Aramacılıkta ‘burada kuyu açılacak kararını’ veren olgunlaşmış, tecrübeli, danışman mertebesindeki bir çok yer bilimci , yukarıda anlatılan nedenlerle, küstürülmüş, hepsi kendi köşelerine çekilmiş, emekliliklerini beklemektedirler.
İş gücü ve teknik bilgi birikim kaybını varın siz düşünün.

Kısaca) bir iki  Genel Müdürler ve TPAO
Öncesi yaşamında  petrolcülükle uzaktan yakından hiç bir alakası olmayan, bir genel müdür, kimin etkisinde kaldı bilinmez(!), bizleri hayrete düşüren şu açıklamayı yapmıştı. “ 40 yaşını aşkınlarla  bizim işimiz yok, ben onlarla çalışmam. Gençlere yol vereceğim.”  Bugün dünya piyasasında, genç petrolcü ve yer bilimciler çok zor iş bulurken, kıdemli ve tecrübeli olanları hemen iş bulabilmektedir. Sanırım, bugün o da hatasını anlamıştır, ama ne çare; TPAO daki olgunlaşmış teknik zirve, büyük erozyona uğrayarak, tepeden aşağıya, yamaçlara doğru kaymış, telafisi zor bir  yıkıma uğramıştır. Bu dönemde bir çok yer bilimci ve petrolcü  TPAO’dan istifa etmişlerdir.
Aynı genel müdür, büyük bir salonda TPAO çalışanlarını yılda en az 1 kere toplar, onlara şirketin yaptığı, yapacağı işleri, bir slayt şovla  anlatırdı. Bunu bir adet haline getirmişti. Bu adet  çalışanlarca memnunlukla karşılanmıştı. İlk defa bir genel müdür çıkıyor, çalışmaları anlatıyor, onlarla paylaşıyordu.
Yine bir toplantı yaptı. Yemek salonu tıka-basa çalışanlarca doldurulmuştu. Onlara durmaksızın 45 dakika, kare kare  kendi yorumlaması ile çalışmaları bir bir anlattı. Anlattıklarından hem gün için hem gelecek için  çok güzel bir tablo çıkıyordu. Toplantı sonunda “söz almak isteyen var mı?” diye mutat olarak sordu.  Biri “ var” dedi. O kişi kısa bir zaman öncesine kadar daire başkanıydı ve anlatılanların hemen hemen tümü ile ya direkt ya da endirekt ilişkisi olmuştu, konuya hakimdi. “ Var, efendim. 1. olarak söylediğiniz, sizin söylediğiniz gibi değil, böyle. 2. olarak söylediğiniz değerler öyle değil, böyle,  böyle cinsinden tam 5 adet  maddede kendi bildiklerini anlattı. Ve genel müdür de “evet sizin söylediğiniz gibi” dedi, başkasına  söz hakkı vermedi ve toplantıyı bitirdi.  Vee.... ne oldu hepimiz biliyoruz... gelecekte bize umut vaat eden bu sayın genel müdür 1 hafta sonra, kafasındaki teknik bilgi birikimi ve kozmik sırlar ile gitti, özel bir şirketin başına geçti.
Siyaseten  dışarıdan atanan ancak diploması yer bilimci olan bir eski genel müdür ise;
Arama Grubu  günlük kuyu toplantısına katılmış, orada bulanan herkesi güldüren ve aynı zamanda da hayrete düşüren şu cümleyi kullanmıştı; “ Madem kuyuda 1800 metrede yapılan testlerde su geldi, bunu hemen DSİ’ye bildirelim.” Gelen su ise formasyondan gelen fosil suyu idi ve yapılan bu büyük gafı en acemi petrolcü ve yer bilimci  bile yapmaz idi.  Toplantı bitiminde koridorda karşılaştığım bir yer  bilimci arkadaşım, “ Ne günlere kaldık. Konudan haberi yok. Gel de şimdi bu adamın altında çalış. Adam benim onda birim kadar petrolcü değil.” demişti.
 “Yıllardır, kol kırılmış yen içinde kalmış.Herkes birbirini korumuş kollamış.  Ama bundan sonra herkes TPAO’da neler olup bittiğini görecek ve öğrenecek” diyecek kadar TPAO’ya yıllardır  haset ve kıskançlıkla bakan aynı genel müdür, koridordan geçerken kapısı açık olan bir odanın içinde masasında oturan bir çalışan görür, geri döner ve hiddetle  şöyle der:   “ Sen benim kim olduğumu bilmiyor musun? Ben genel müdürüm. Niye beni görünce ayağa kalkmadın?”
Bu genel müdür zamanında, çok tecrübeli  bir çok aramacı istifa ederek, tanınmış  petrol şirketlerinde iş başı yapmışlardır. Yıllarca özenle bezen ile yetiştirilen meyvalar  olmuş, tam   yenecek iken “Ben yiyemiyorum, yemek de istemiyorum, al sen ye.”  denmiştir.
Yukarıda anlatılanlar,  sizlere  komik, basit  ve anlamsız gelebilir.  Yazının genel temasını bozacakbu basitliğin burada ne yeri var, çok avamî diyebilirsiniz. Bu ve benzeri çokça yaşanan bu anekdotlar, TPAO’nun yıllardır, nasıl ve  ne  tür karakterler tarafından yönetildiğini  anlatabilmek amacıyla yer almıştır.

 Bakanlık  ve TPAO
ETK Bakanlığı’na 15 adet genel müdürlük ve kuruluş bağlıdır. Sayın Bakan bu kadar kuruluşa ne kadar zaman ayırabilir, TPAO’yu ne kadar anlayabilir, nasıl  vakit bulur da
TPAO’nun son dere acil, önemli ve stratejik sorunlarına ne kadar zaman ayırabilir?
TPAO, “ altın çağını” günlük 80.000 üretim rekoru ile devlet bakanlığına bağlı iken yaşamıştı. Devlet bakanı TPAO’yu sıkı sıkı takip eder, personel hareketlerine hiç karışmaz,  TPAO’nun iç dinamiklerini rahat bırakır ve onlara güvenirdi.
 “ Ben bakan değil miyim? Sen bana bağlı değil misin? Sana emrediyorum. Orada bir kuyu açacaksınız. Madem her açtığınız kuyudan petrol çıkmıyor. Bir de benim hatırıma bir boş kuyu açsanız ne olur? Yörenin siyasetçileri beni yedi bitirdi, bir kuyu açın diye..”  Bu sözler, ETK Bakanının TPAO Arama Grup Başkanına söylediği sözlerdir. Arama Grup Başkanı  “ Efendim, petrol aramacılığında bir günde petrol kuyusu açalım kararı verilemez. Ben talimatınızı anladım. Hemen oraya jeolog arkadaşlarımı  saha çalışmaları için göndereceğim. Akabinde en kısa süre içinde sismik çalışma proğramı  yapıp,  sismik değerlendirmeyi yaptıktan sonra  burada en kısa zamanda bir kuyu açacağız.” demesi üzerine yukarıdaki sözleri sarf etmiştir. 
Ancak bakan ikna olmamış, aldığı cevaptan rahatsız olmuştur. Sayın bakan şunu bilmeliydi ki, bu fakir ülkede ( zengin de olsa fark etmez) “Hatıra binaen 2 milyon dolar harcanarak boş kuyu açılmaz.”
Bu grup başkanı  görevinden alınmıştır. Eğer grup başkanı “Tamam efendim, emriniz olur.” deyip en az 2 milyon dolarlık bir harcamayı yapıp kuru-muru bir kuyu açsa idi, ondan iyisi olmayacak  ve  görevine devam ediyor olacaktı.
Benim seçim bölgemde de bir kuyu açalım, diyen siyasi zorlamalar daha önce de olmuş... ‘1954-2005  Fotoğraflarla TPAO’ adlı hazırladığım, ancak henüz baskısı yapılmamış- herşeyi ile  baskıya hazır olarak dijital ortamda Arama Grubu arşivine  teslim edilen- kitabım ile ilgili yaptığım röportajlarda bir büyüğüm şöyle demişti;
“Yeni genel müdür, tamamen o yörenin siyasetçisi istediği için açılacak “siyasi kuyuyu” , lokasyonu hazırlanmış, nakliyesi başlamış  vaziyette hemen iptal etti. Bir çok kamyon lokasyona varmadan geri döndürüldü.” 
Acaba böyle garip istekler diğer ülkelerde de oluyor mu? 

 Petrol Aramacılığında Show
‘Petrolcülükte önce sessizlik, bilgi saklama, sonra keşif, en sonra bunun reklamı gelir.’derler.Halbuki, kiralanan sondaj gemisi Çanakkale Boğazı’dan geçerken ayrı, İstanbul Boğazı’ndan geçerken ayrı,  vardığı yerde ise ayrı törenlerle karşılanıyor, demeçler veriliyor, TV’lere çıkılıyor, gazetelerde manşetlerde olunuyor
Bakan ve ilgililer  TV’lere çıkıyorlar “ Karadeniz’de  bilmem şu kadar milyar varil petrol potansiyeli var.” diyorlar. Halk  haberdeki  “potansiyel”  i atlayarak veya anlamını bilmediğinden “var” olarak algılıyor ve ‘petrol içinde yüzeceğiz’ umuduna kapılıyor. Sonra biri çıkıp ta “ Sayın bakanım, bir süre önce şöyle şöyle umut dağıtmıştınız. Sonuç ne oldu?” diye sormuyor, sorsa da bakan gayet politik bir konuşma yapıyor ama bir şey anlatmıyor. Örnek mi? İşte  sadece bir örnek:
“Türkiye'nin kaderi değişiyor. Karadeniz'de Hopa açıklarında ve Suriye sınırındaki iki noktada petrol bulundu. (4.Mayıs.2006 Perşembe- Basından)
Türkiye’de petrol var mı yok mu tartışmalarına son nokta koyuluyor. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) Genel Müdürü Saim Dinç, Karadeniz Hopa'da 3 bin 200 metrede ve Suriye sınırında bin 300 metre derinlikte yapılan sondaj çalışmaları sonucunda Türkiye’nin kaderini değiştirecek petrol bulduklarını açıkladı. Dinç, bulunan petrolün Türkiye'nin ihtiyacının büyük kısmını karşılayacağını tahmin ettiklerini ifade etti. Genel Müdür Dinç, petrolün tam anlamıyla ekonomiye kazandırılmasının zaman alacağını vurgularken, bu sürenin 8 yılı bulabileceğine işaret
eden Dinç, Batı Kozluca’daki sondaj çalışmalarında 3 kuyuda da 12-13 gravite kalitede petrol bulduklarını ifade ederek, Batı Kozluca’daki 3 kuyuda bin 300 metrede petrol bulduklarını söyledi.. Bu 3 kuyuda da üretime başlandı. Dinç, bu 3 bölgede toplam 10 kuyu açacaklarını söyledi.”
Aynı bakanın bir sohbet toplantısı esnasında “ Hopa-1 de, 50 metre daha ilerleyelim, masrafları biz karşılayacağız, diye çok rica etmeme rağmen, BP  teklifimizi kabul etmedi (!!!!).” dediği petrol camiasında konuşulmaktadır.
Bu ülkenin petrol varlığını, ulusal kuruluş TPAO ispat edecektir. Görevi  zaten petrol aramak ve üretmek olan TPAO’yu  günlük, geçici siyasi rant sağlamak  için kullanmak ne kadar doğrudur? Böyle yapıldıkça, siyasi vaazlar ile halka dağıtılan umutların sonucunu takip eden halk, TPAO’ya olan güvenini de yitirmektedir.
Başarıyı hepimiz istemiyor muyuz?
Politikacının her türlüsü, özellikle iktidar partisinin üyeleri, çok basit konularda bile  TPAO’yu niye rahat bırakmıyor? Niye her şeyine müdahale ediyor, yöneticilerini  ürkek yapıyor, liyakat, kıdem ve tecrübe esasına bakmazsızın  yönetim ve alt  kadro atamalarını, yapıyor? İç dinamikleri rahatsız ediyor?
Halen de  “olmuş tam yenecek kıvama gelmiş” yorumcular ve petrolcüler TPAO’dan bir yaprak dökümü gibi gün be gün ayrılıp, en az aldıklarının 4 katı maaş ile yabancı petrol şirketlerinde  çalışmaya devam ediyorlar. Bu gidişle, zamanı gelmiş eski neslin emekli olması ile,  bilen-öğreten- danışılacak ağabeyler kalmayacak, hiç temenni edilmez ama,TPAO yakın bir gelecekte dışarıdan mühendislik hizmeti alıyor,  olabilecektir.
Türkiye'nin  güzide ve en stratejik öneme haiz kuruluşu olan TPAO kendisine verilen son derece teknik  ve zor görevlerin üstesinden rahatlıkla gelecektir. Yeter ki onu rahat bıraksınlar, kendi yağında kavrulsun.
“ Siyaset petrolü değil, petrol  siyaseti belirler.” derler.

Halit Edip Özcan
Ankara, 12.06.2009
Yeniden Düzeltme (revize) : 23.06.2009
Açıklama: 2013 yılında yazımı gözden geçirirken, TPAO'nun yatırımlar ve bütçe konusunda, Bakanlıkça tam olarak desteklendiği ve para bulmakta zorluk çekmediği söylenmektedir.